“Bütünü kavrayabilmenin yolu, tek bir bakış açısıyla bakmamaktır.”

Zihinlerinizde bir görüntü oluşturabilmek için size “algılamak” üzerine bir hikayeden ve “yapmak” ile ilgili bir araştırmadan bahsetmek istiyorum. 

Öncelikle hikayemizden başlayalım. Hikaye, hayatlarında daha önce hiç fil görmemiş kişilerin köylerine fil gelmesiyle başlar. Bu kişiler kör ve filin ne olduğunu anlayabilmek için ona dokunarak tanımaya çalışırlar.

Birinci kör adam filin gövdesine bir uçtan bir uca kadar ellerini sürerek “Fil denen bu hayvan tıpkı bir duvar” demiş. İkinci kör adam, filin dişlerine dokunur dokunmaz: “Bu hayvan; ucu keskin, kaygan ve sivri. Sanki bir mızrak” demiş. Üçüncü kör adam, filin hortumuna dokunmuş: “Fil; benzese benzese yılana benzer” demiş. Dördüncü kör adam, filin ayaklarına dokunmuş: “Fil denen yaratık bir ağaç” demiş. Beşinci kör adam, filin kulaklarını bir aşağı bir yukarı elleriyle incelemiş ve “Fil neye mi benziyor? Tam bir yelpaze” demiş. Sıra gelmiş altıncı kör adama, o da filin kuyruğunu evirip çevirip incelemiş. “Bilmem ki ne desem” demiş, “Fil dedikleri şey olsa olsa ucu püsküllü bir halat olabilir”. 

Kuşkusuz körlerin her biri kısmen doğru olan bir benzetme yapmıştır. Körler, daha önce fili hiç bilmedikleri için “bildikleri şeylerle” karşılaştırarak bir karara varmışlardır. 

Duvar, mızrak, yılan, ağaç, yelpaze, halat…

Filin ne olduğunu bilen ve kör de olmayan bizim gibiler için hikayenin ana fikrini yakalamak kolaydır. Körlerin her biri, tecrübelerine göre düşünceleri kısmen doğrudur ve aslında her biri gerçeğe göre kesin yanlıştır.

Bütünü kavrayamamış insanların düşünceleri, inançları ve yaptıkları kendilerine doğru görünse de aslında gerçeğe göre eksik ve yanlıştır. İnsanlar gerçeği, sadece kendi kısıtlı bakış açısıyla değerlendirir. 100 bin yılı aşkın zamandır var olan insanın, dünyaya bakışının kendine özgü benzersiz yaşam deneyimleriyle şekillendiğine fakat bu deneyimlerin nesiller boyunca evrilen insanlık tarihinin sadece küçük bir kısmını yansıttığına ve dolayısıyla da sınırlı kaldığına kanaat getirebiliriz. Doğrusal bir çizgi olarak insanlığın varoluş süresini tanımlarsak, 100 bin yıldan daha uzun bir çizgiyi, ortalama 70-80 yıl aralığında bir deneyimle algılamak çok mümkün değildir. Tek başımıza algılayabilir ve fark edebiliriz fakat algıladığımız ve fark ettiğimiz gerçeklik, yetersiz ve eksik kalacaktır. Bu noktada Bu noktada 100 bin yılı aşan bir birikimi daha iyi algılamak ve fark etmek için başka bir şeye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyebiliriz. 

Neye ihtiyacımız olduğunu açıklamadan önce, Dr. Jordan B. Peterson’ın “Hayat İçin 12 Kural” kitabında yer verdiği bir araştırmaya değinelim. 2014 yılında “Birinci Basamakta Reçete Edilen İlaçlara Birincil Uyumsuzluğun İnsidansı ve Belirleyicileri” üzerine yapılmış bir çalışmada yüz kişiye bir ilacın reçete yazıldığı, yazılan bu reçeteyi 100 kişiden üçte birinin hiç almadığı belirtilmiştir. Kalan altmış yedi kişinin yarısı reçeteyi almış fakat ilaçları doğru şekilde kullanmamıştır. İlaçlarıyla birlikte doktorun belirttiği şekilde beslenmesine ve uyku düzenine dikkat etmeyenlerle birlikte başarı oranı iyice azalmıştır. Böylelikle çalışma, reçetedeki ilaçların başarılı kullanım oranının yalnızca %13’lük bir dilimde kaldığını göstermiştir.

İlacını almayan hastaların sorunu nedir? 

İyileşmek istemiyorlar mıdır?

Daha kötüsü de var. Araştırma diyaliz hastaları üzerinde yapılmış. Diyaliz hastalığından kurtulmanın tek yolu organ naklidir.  Nakil, tipik olarak alıcı açısından uzun süren kaygılı bir bekleyişin sonunda gerçekleşir. Çünkü, insanların çok az bir kısmı öldükten sonra organ bağışı yapar. Hayattayken organ bağışı yapanların sayısı çok daha azdır. Bağışlanan organların çok azı bir alıcıyla eşleşir. Bu kaygılı bekleyiş sırasında hasta diyalizle ile hayatını sürdürebilir. Diyaliz, mucizevi ancak çok zorlu bir süreçtir. Haftada beş ila yedi kez uygulanması gerekir ve ortalama sekiz saat sürer. Diyelim ki organ bulundu ve nakil gerçekleşti, bundan sonrası için de bazı aksaklıkların yaşanması muhtemeldir. Organ naklinin komplikasyonlarından birisi de, vücudun organı reddetmesidir. Bağışıklık sistemimiz, yeni organı tanımlayamadığı için onu reddeder ve bir nevi o organa savaş açar. Bunu önlemek için bazı ilaçları almamız gerekir ki bu ilaçlar da bağışıklığı zayıflatarak bulaşıcı hastalığa maruz kalma riskimizi artırır. Bu ilaçların kullanılmasına rağmen, organın vücut tarafından reddedilmesinin sıkıntıları yine de ortaya çıkabilir. Bu durum ilaçların başarısız olmasından kaynaklanmaz. Burada söz konusu olan, daha ziyade ilacın yazıldığı kişi tarafından kullanılmamasıdır. Yani kısacası nakil ameliyatı çok uzun süreli bir bekleyişin ardından, ciddi riskler ve büyük harcamalarla gerçekleşir. 

Bütün bunları sırf ilacınızı almadığınız için kaybetmek? 

İnsan bunu kendine nasıl yapabilir? 

Bu nasıl mümkün olabilir? 

Diyaliz hastalarının yaşadığı tüm zorlu süreçleri gözümüzün önüne getirip biraz empati kuralım. Buna bir de çok düşük bir ihtimal de olsa uygun organın bulunmasını umutla bekleyişlerini ve diyaliz hastalığından kurtulmanın tek yolunun bu olduğunu ekleyelim. Başarılı bir organ nakli ameliyatı geçirmelerine rağmen, vücutlarına dahil olan organı kabul etmesi için uygulayacakları tedavi reçetesine insanların sergilediği tutum ve sonuç çok çarpıcıdır. 100 hastadan sadece 13 kişi reçetesindeki ilaçların tamamını tedarik etmiş, düzenli olarak kullanmış ve doktorunun tavsiyelerine uymuştur.

Sonuç ne kadar korkunç değil mi? 

İnsan, algı süreçleriyle var olan bir canlıdır. Bu yüzden, ne kadar zorluk yaşarsak yaşayalım, ne kadar umut edersek edelim, elimizde nasıl kurtulacağımızı bildiğimiz tek bir seçenek bile olsa, %13’ümüz başarılı olabiliyor.

Bu yüzden, bilmek, yapmak demek değildir.

İnsanın algılaması, fark etme ve bilme sürecini başarılı bir şekilde tamamlaması için yeterli değildir. Bu noktada ihtiyacımız olan çözüm, IQ (Entelektüel Zeka) veya EQ (Duygusal Zeka) değil, CQ yani Kolektif Zeka’dır.

İnsan, doğası gereği sosyal ve toplumsal bir varlıktır. Zaman boyunca insan, tek başına başarabileceği işlerin oldukça sınırlı olduğunu gördü. Dünya’da, yalnız başına tek bir noktadan ibaret olduğunu anladı. Bu sebeple, var olduğu günden bu yana bireysel yeteneklerinin kolektif hareketin gölgesinde kaldığını fark ederek topluluklar oluşturma ihtiyacı duydu. 109 milyon yıldır gelişimi hala devam eden insan zekası, mantık ve duygu olarak ikiye ayrılacak kadar basit değildir. CQ olarak kısaltılan, kolektif zeka oranımız, hepimiz için önemli olan şeyler yararına başkalarıyla birlikte düşünebilme yetimizin ölçütüdür. Bu zekaya erişmek için, düşünme biçimimizdeki farklılıklara değer vermeli ve karmaşık zorluklarla yüzleşirken bunları kullanmayı öğrenmeliyiz. Farklı şekilde düşünenlerle birlikte hareket etmeye çalıştığımızda sık sık yaşadığımız uyuşmazlıklar bu görevi imkansız hale getirebilir görüsüne kapılsak da içgüdüsel olarak biliriz ki zor zamanları atlatmanın en iyi yolu birlikte olmaktır. Bizi ayıran engellerin pek çoğu aslında opsiyoneldir, sadece zihinlerimizde vardır. Hayatlarımız söz konusu olduğunda engeller ortadan kalkar ve bağlantıya geçmek zorunda olduğumuz doğuştan gelen donanımdan faydalanırız. IQ düzeyinin sonradan geliştirilmesi zor olsa da EQ ve CQ geliştirilebilir zekalardır. 

İçimizdeki ve aramızdaki farklı farklı ve benzersiz zeka türlerinin tamamına nasıl erişim sağlayabiliriz?

Kolektif bilincin en önemli güçlerinden biri, kaynakları bir araya getirme kabiliyetinde yatmaktadır. Bireyler finansal, entelektüel ve sosyal sermayelerini bir araya getirdiklerinde etki daha da büyür. İster girişimcileri destekleyen kitlesel fonlama kampanyaları, ister toplumun ihtiyaçlarını karşılayan tabandan gelen girişimler, ister küresel sorunları ele alan hayırseverlik çabaları olsun, kolektif bilinç, kaynakları ortak bir amaç doğrultusunda harekete geçirmenin temelini oluşturur.

İş dünyasında da kolektif bilinç; inovasyonu teşvik etme, büyümeyi körükleme ve olumlu etki yaratma potansiyeline sahiptir. Başarılı kuruluşlar, gerçek başarının münferit bireysel başarılarda değil, uyumlu ekiplerin gücünde ve departmanlar arası iş birliğinde yattığının farkındadır. İş dünyasında, ekiplerin, kuruluşların ve tüm sektörlerin birlikte çalışarak olağanüstü başarılar elde ettiği sayısız başarı öyküsü, kolektif bilincin temeli üzerine inşa edilmiştir. İşletmeler, kolektif bilinç kültürünü teşvik ederek çalışanlarının farklı yeteneklerinden ve bakış açılarından faydalanabilir, herhangi bir bireyin tek başına başarabileceğinin çok ötesinde üretme ve problem çözme yeteneklerini geliştirebilir.

Küresel ekonomimizde rekabetçi kalmak için katılımcı ve yenilikçi düşünmeyi öğrenmek gerektiği daha açık hale gelmiştir.

  • Sıkıcı bir toplantıya katıldıysanız, 
  • Bir meslektaşınızın bir proje konusundaki görüşünü etkilemeye çalıştıysanız, 
  • Aile üyelerinden biriyle tekrarlayan bir tartışmaya girdiyseniz,
  • Bir topluluk projesinde yer almak için mücadele verdiyseniz,

pek çoğumuzun aslında birlikte doğru düzgün düşünmeyi bilmediğini anlamışsınızdır.

Zekânın zihnimizde yer aldığını kanıksamış durumdayız. Bunun aynı zamanda aramızda da olacağının farkına varmıyoruz. Bizleri etkin bir şekilde iletişim kurmaktan alıkoyan şey, pek çoğumuzun bizden farklı düşünen insanlarla birlikte nasıl hareket edeceğini bilmemesidir. Beşinci Disiplin kitabının yazarı Peter M. Senge, bir grubun IQ’sunun o grupta yer alan bireylerin ortak IQ’suyla karşılaştırıldığında %30’dan fazla düşebileceğini tahmin etmektedir. Bu durumda ortak düşünmenin daha verimli olduğunu kabul etmemiz gerekir. İş birliğine daha önce hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştık. Artık sadece mantıksal çözümler gerektiren analitik ve yöntemsel sorunlarla uğraşmıyoruz. Bizden yenilikçi ve ilişkisel yollarla düşünmemiz isteniyor. Daha önce hiç karşılaşmamış insanlar, karmaşık sorunlara köklü çözümler bulmaya zorlanıyor. Kıta, kültür, zaman dilimi ve mizaç farklılıklarına aldırmadan, birlikte çalışıp düşünmeliyiz. 

Bugüne kadar ekonomik düşünme biçimlerimizin değerlerini yoklukla belirledik; bende vardır, sizde yoktur. Nesneler kıtlık durumlarına göre değerlendirilir. Bu durum zihinlerimizden pratik, analitik ve yöntemsel olarak düşünmesini isteyerek sorunları çözer. Bireysel ve kolektif dikkatimizi (bilişsel, duygusal ve ekonomik) eksikliklere odaklarız. Başarı, birikmiş kazançlarla ölçülür. Bu zihniyette zenginlik ticari işlemlerden ziyade fikirler ve ilişkilerle yaratılır ve taşınır. Nesneler değer taşıdığında, eğer ben bir nesneye sahipsem ve onu verirsem, bir şey kaybetmiş olurum ama fikirler değer taşıdığında her şey tersine döner. Sizin de benim de iyi birer fikrimiz olduğunda ve bunları değiş tokuş ettiğimizde sizin de benim de iki yeni fikrimiz olur. Ne kadar paylaşırsak, sahip olduklarımız o kadar artar. Fikirleri üretme, paylaşma ve yürürlüğe sokma kapasitemiz en değerli şey haline gelir. Bu, günümüzde özellikle önemlidir. Çünkü hızla oluşan ve kısa bir süreliğine uzaktan birlikte çalışan mobil ekipler çağında, çığır açan işler gerçekleştirmek için gerekli olan şey güç değil, etkidir. 

Akıl paylaşımı, diğerleri tarafından etkilenmek, kendi içimizdeki kapasiteyi geliştirmeyi ve ileriye doğru hareketi yaratmak için iş birliğini ustaca kullanmayı da gerektirir. Sonuç olarak, düşünme konusunda en esnek olanlar, en çok etkiyi gösterecek olanlardır. Akıl paylaşımı bizim ve başkalarının zihinlerini yeni olasılıklara açacak türden soruları nasıl soracağımızı bilmemizi sağlar. Bunun fikirler üreten ve görünüşte zıt olan düşünceler arasında köprüler kuran verimli şartlar yaratması harikadır.

Daniel Pink, “Aklın Yeni Sınırları” adlı çok satan kitabında bugünün ve yarının sorunlarını dünün düşünme tarzıyla çözemeyeceğimizi yazdı. 

Kolektif zekâ (CQ) akıl paylaşımının önemli bir bileşenidir, çünkü hangi yeteneklerin var olduğunu ve hangilerinin olmadığını anlamanıza izin verir.  Kolektif zekâyı (CQ) etrafınızdaki insanların düşünme biçimlerindeki farklılıkları anlamanıza yardımcı olacak kullanma kılavuzu olarak düşünün. 

Harvard Business Review’da yayımlanan, ortak avantaj konusunu ele alan bir çalışmada Rosabeth Moss Kanter otuz yedi şirketi ve onların dünyanın on bir yerindeki kolektiflerini gözlemlemiştir. Kanter ve arkadaşları Kuzey Amerika şirketlerinin (diğerlerine kıyasla daha fazla oranda) “ilişkiler konusunda dar, fırsatçı bir görüşü benimsediğini” ve “ortaklığın siyasi, kültürel, örgütsel ve insani yönlerini sık sık ihmal ettiğini” bulmuştur. Kanter, kolektif birliklerin “yoğun bir kişilerarası bağlantılar ve altyapılar ağı gerektirdiği” sonucuna varmıştır. Bu değişim zamanında hem pazar hem de akıl paylaşımı zihniyetlerinin birbirlerini dengelemesi gerekir. Mücadele etmek kadar iş birliği yapmayı da öğrenmeliyiz. Birkaç yenilikçi şirket kurmuş olan iletişim ağları uzmanı Alan S. Cohen bu ilişkiyi șu şekilde tarif eder: “Silikon Vadisi’nde iş birliği, daha üstün bir şey elde etmek için başka bir meslektaşla ya da şirketle yaptığınız bir şey olarak tanımlanır.” Silikon Vadisi daha büyük sorunları çözmek için yeni yollar bularak ve ileriye dönük hareketlilik yaratan yeni stratejiler kullanarak büyümeye devam ediyor. Bugün Apple tamamen uygulama geliştiriciler topluluğuyla nasıl daha iyi çalışabileceğine odaklanmış durumda. Onlar olmadan Apple bu derece büyüyemezdi. 

“İş birliği olursa, bir artı bir çoğunlukla dört eder. Eğer birlikte dörde ulaşacağımızı bilirsem, her zaman sizinle çalışırım. Muhteşem ürünleri tek başınıza üretemezsiniz.” 

Jeff Weiner LinkedIn’in CEO’su

Kolektif zekâ içimizde ve aramızdaki enerji ile bilgi akışı sağlayan, uygulanabilir olan ile mümkün olan arasında köprü kuran bir düşünme şeklidir.

Demem o ki, kolektif zekayı kullanarak yaşadıkları tüm zorluklara rağmen ilaçlarını tam almayan ve kullanmayan 87 kişiyi, tedavi süreçlerini başarıyla tamamlamak için ilaçlarını tam alan ve doğru dozlarda düzenli bir şekilde kullanan 13 kişi içerisine gruplar şeklinde yerleştirseydik eğer başarı oranımızı çok daha yukarıya taşıyabilirdik. Bu yüzden harika şeyler başarmanın tek yolu, başka insanlarla birlikte, göğe bakarak umutla çalışmaktadır.

Üsame Kaya

Marka Yaratıcısı & Girişimci

Kategoriler:

Reklam ve Marka, Teknoloji,